2 hafta once bloguna misafirlige gittigim dostum, yarı adasim Fatma Zehra gozumu yollarda birakmadi, sagolsun. Surpriz bir yazi ile afede-hali'ne geldi. Hosgeldi, sefalar getirdi :)
Kimdir Fatma Zehra?
Misafirlik yazimda da bahsettigim uzere Fatma Zehra; google sayesinde yollarimizin kesistigi, tanidikca mukemmel kisiliginin gozumde giderek daha da anlam kazandigi, bir guzel Eylul kizi.
Nigde Bor'da yasayan, 2 tatli kizin annesi bir bilgisayar ogretmeni.
Bazen tatli bir "gunaydin",
bazen yaz sicaginda bir bardak serin su,
bazen umulmadik anda omuza dokunan dost eli.
Simdi de sözü misafirime birakiyorum...
Kalemine, gönlüne, aklina saglik!
Siyah Uçurtma
Aslında bir gezi
yazısı yazmaya niyetlenmişti, kâğıt
ve kalemle uzun zamandır küs olan kadın gece yarısı mutfak masasına oturup kalemi eline aldığında. Anladı
ki içinde biriken, kâğıda dökülmek isteyen şey bir gezi yazısı değildi. Yine de bir başlayayım
belki sonrası gelir
diyerek besmele çekti…
Mayıs… On iki ay arasında belki de en anlam yüklenmemiş olanıydı. Mevsimlerin de aklı karışmıştı bu yıl. Sanki sonbahar hiç bitmemişti. Ne adamakıllı kış gelmiş,
ne gelmeyen kış yerini
ilkbahara bırakmıştı. Üstelik her sene alıştığı,
sevmese de gelmesini beklediği
kavurucu yaz da bir türlü teşrif etmeyecek gibiydi.
Bir Mayıs
ikindisinde düşüldü yollara, dağlar aşıldı, vadiler geçildi. Bilmeseydi
hedefteki güzelliğin dünyadaki nadir cennet köşelerinden olduğunu
tövbeler olsun katlanmazdı bu yola.
Yol dediyse de öyle geniş otobanlar
canlanmasın zihninizde. Kâh dümdüz uzanan, kâh yılankavi
kıvrılan, bir yanı
uçurum, bol mucurlu, inin cinin top oynadığı,
araba arka koltuğunda insanın yüreğini
de, midesini de ağzına getiren daracık yollar…
Aslında hayat da
böyle değil miydi? İnsan bilmese varılacak
son noktanın güzelliğini dayanır
mıydı onca acıya?
Ne kadar zahmet, o kadar rahmet. Ama ki adem kızları
belki de adem oğullarından çok daha sabırsız. Zahmet noktasında
hep asi, hep şikâyetçi.
Yetmezmiş gibi bir de unutkan. Aynı delikten defalarca ısırılıp da akıllanmayan…
Yalan yok, aylar var ki oturup kendimle halleşmedim, yüzleşmeye
korkup erteledim belki. İçimdeki
hisleri zihnimde anlamlandırmadığımda gerçek değillermiş vehmine kapıldım belki de. Ve belki bu yüzden yok saydım.
Eski bir rüya
hatırası. Deniz kenarında
bir kulübeden günler sonra ışığa
çıkmış, elindeki siyah uçurtmayı göğe
salmaya hazırlanan
beyazlar içinde bir kadın. Ayak bileğinde hiç solmayan beyaz
papatyalardan bir halhal, saçları
hiç olmadığı kadar uzun… Deniz sessiz, sakin, çıt yok adeta etrafta. Kıyıda
yürürken, tam da elindeki uçurtmayı göğe
saldığı anda
karşıdan gelen minicik, papatya
taçlı, beyaz elbiseli kız. Hani kaldırıp
göğe gülerek döndürüyordun havada… Şimdi söyle bana bu kaçıncı
siyahtan uçurtma? Kaçıncı kez kapanmışlık
o tahta kulübeye?
Söylesene ne zaman büyüyeceksin Allah aşkına?
(Kadın son cümleyi yazıp düşüncelere
dalmışken, yatağından gelen tiz bir ağlama sesiyle geceye ve yazmaya nokta koyacağını anlar, ışığı
kapatıp sese doğru yönelir. Uyur da… Sabaha karşı
ansızın uyanır
ve günün o en kıymetli
saatlerini yine yazmaya ayırmaya
karar verir.)
Seher vakti içindeki sebebi malum hüznü
karşısına alıp
oturdu balkon masasına. Serçeler
çıldırmış
gibi uçmakta, onların tüz çığlıklarına ötelerden bir Hûdhûd kuşu da eşlik ediyor; adeta çağırıyor
Yusuf’u; “Yusuuuuuufffçuk!”.
Gökte hilâle ulaşmasına günler kalan bir ince ay. Tan yeri ağarmış,
siyah iplik beyaz olandan çoktan ayrılmış. Uzaktan bir horoz öttü.
Haziran’ın
22’si… Hava hâlâ “keşke sırtıma
bir şal alsaydım”
dedirtecek kadar serin. Hüzün yoldaş, oturuyor karşı
sandalyede sessizce. Sahi neden? İki
çelişik ses içinde yankılanıyor; biri kendine acımakla meşgul
“Ama ben bunu hak etmemiştim ki neden?”, diğeri
adeta paylıyor o sesi “Seninkisi düpedüz
şükürsüzlük!”
Şükür demişken, sahi insan hep elindekilere şükrederken, neden “iyi
ki yok”lara şükretmez? Ve hatta başına gelen kötü
olaylarda dahi neden “Evet kötüydü, hatta çok kötüydü ama şükür
ki henüz daha kötüsü
olmadı” demez? Bunları diyebilirse bir gün büyüyebileceğine inancı kavileşti.
Neydi sahi büyümek? Büyümek
bir nevi hissizleşmek.
Ama sen hâlâ hislisin, hala bolca hüzünlü. İşte masada çiçeklerini dökmüş bir saksı
bitkisi. Meğerki kışın açarmış o da. Boşuna
yüreğini sızlatmışsın “O
da yitip gidecek” diye…
Oysa sen mevsimsizlik düşlemiştin değil mi? Her daim bahar olsundu, her daim taze, yeni, yeniden
olsundu. Meğer eskirmiş her şey; saksıdaki
çiçek de, parmaktaki yüzük de, sokaktaki sesler de,
aynadaki siluet, içindeki özlem de…
Meğer bir eskimeyen yüreğindeki hüzünmüş, masasında
konuk, her daim taze, her daim yeniden…
Olsun sen yine de gülümse. Dua et, şükret; hüzne
de, hüznü verene de…
Himi Yavuz’un da dediği gibi;
“Hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız.”
Ve yeni bir siyah
uçurtma yap, bağla içindeki hüzünleri kuyruğuna... Sal gitsin, unut bitsin...
Düş Sokağı Sakinleri - Hüzün Kovan Kuşu
fatma bir başkadır bende ınstagram ve blogunu takipteyim arada sohbetim oluyor ama yakından tanınmak ıstenecek biri bence altın gibi kalbi var yüzüne vuran .....
ReplyDeleteFatma Zehra'yi yakindan tanimak bir ayricaliktir ;) Biz blog uzerinden tanistik ama sanki yuzyuze gorusen iki komsu gibiyiz :)
Delete